“Gerçekleri anlamak için siyaset değil, sosyoloji konuşmaya ihtiyaç var.”
Mehmet Altan
Geçen günlerde, Salt İstiklal Binası’nın eşsiz atmosferinde, Robinson Crusoe 389 Kitabevi’nin raflarından yayılan kitap kokusunun sarmaladığı sıcak duvarları arasında, sevgili Mehmet Altan ile gerçekleştirdiğimiz zengin içerikli söyleşi, düşüncelerimi bir konuya yoğunlaştırmamı sağladı: “Asgari ücret” meselesi. Bu buluşmanın ve Altan’ın yazılarının verdiği ilhamla, bu önemli konuya dikkatimizi çevirmemiz gerektiğine inanıyorum.
Türkiye’nin ekonomik manzarasında, asgari ücretin ötesine geçen kazançların nadirleştiği bir dönemdeyiz. DİSK-AR’ın derinlemesine araştırmaları, ülkemizin toplu pazarlık oranlarının, Avrupa Birliği ve OECD ülkelerinin gerisinde kaldığını gözler önüne seriyor. Bu durum, asgari ücretle geçinenlerin oranını yükseltiyor. Asgari ücretin artışı, ne yazık ki diğer emek gelirlerine yansımıyor, bu da asgari ücreti giderek ortalama bir ücret seviyesine dönüştürüyor. Ücretlerin bu şekilde asgari seviyeye doğru eğilimi, asgari ücretin ortalama işgücü kazancına oranında artışa yol açıyor. Toplu iş sözleşmeleri ve sendikalaşma oranlarının düşüklüğü de bu duruma katkı sağlayarak, ücretlerin asgari düzeye gerilemesine neden oluyor. Bu ekonomik dinamikler, Türkiye’de çalışma hayatının yeni gerçeklerini oluşturuyor ve kaçınılmaz olarak ülke hızla asgari ücretliler ülkesine dönüşüyor.
Günümüzde asgari ücretin sadece yüzde on fazlasını ya da daha azını kazanan işçilerin oranı yüzde 48,7’ye ulaşmış durumda. Özel sektörün yüzde 21,7’si asgari ücretin bile altında bir gelirle hayatlarını idame ettirmeye çalışıyor. Asgari ücret seviyesinde ya da daha düşük bir ücretle çalışanların oranı ise yüzde 50,4’ü buluyor. Bu sayılar, asgari ücrete yakın kazançlarla geçinenlerin oranının yüzde 64,7’ye ulaştığını da gösteriyor. Bu rakamlar, işçilerin karşılaştığı ekonomik zorlukların ve ücret adaletsizliğinin çarpıcı bir tablosunu çiziyor.
2012 yılında, Türkiye’nin altında bir asgari ücrete sahip on iki Avrupa ülkesi bulunurken, bu sayı 2022’ye gelindiğinde sadece ikiye indi. Bu iki ülke, Bulgaristan ve Arnavutluk olarak belirlendi. Bir zamanlar 2008’de yıllık 371 ABD doları olan asgari ücret, zaman içinde Türk Lirası’nın değer kaybı ile mücadele ederek, 2022 yılında ortalama olarak sadece 298 ABD dolarına düştü.
Merkez Bankası’nın verilerine göre, 2003 yılında asgari ücretle 25 Cumhuriyet altını satın alınabilirken, 2022’ye gelindiğinde bu miktar dramatik bir düşüşle sadece 9 Cumhuriyet altınına indi. Bu değişim, asgari ücretin satın alma gücünün ne denli azaldığını ve ekonomik gerçekliklerin sert yüzünü ortaya koyuyor.
İşin daha vahimi kayıt dışı çalışanlarda ise asgari ücret ve altında ücret alanların oranı yüzde 84,7’ye ulaşıyor. Özellikle kadın işçiler, bu durumdan ağır bir şekilde etkileniyor; çoğu asgari ücretin bile altında bir gelirle çalışmak zorunda kalıyor. Genel olarak asgari ücretin yüzde 10 fazlasını veya daha azını kazananların oranı yüzde 48,7 iken, bu oran kadınlar arasında yüzde 55,6’ya yükseliyor. Bu rakamlar, cinsiyet temelli ücret adaletsizliğinin ve kayıt dışı çalışmanın yarattığı zorlu koşulların acı bir göstergesi.
Rakamlara daha yakından bakarsak: 2005 yılında aylık ortalama ücret ve maaş geliri, asgari ücretin 2,2 katı iken, 2020’ye gelindiğinde bu oran asgari ücretin yalnızca 1,7 katına düşmüş durumda. İşgücü maliyeti üzerine yapılan araştırmalar, 2012’de asgari ücretin ortalama işgücü kazancına oranının yüzde 44 olduğunu gösterirken, bu oran 2020’de yüzde 73’e yükselmiş. 2016 yılında asgari ücretin kişi başına Gayri Safi Yurt İçi Hasılaya (GSYH) oranı yüzde 59,7 iken, 2022’de bu oran yüzde 43,7’ye gerilemiş. Eğer asgari ücret, kişi başına gelirle orantılı bir şekilde artmış olsaydı, 2022’de brüt asgari ücretin ortalama 5 bin 738 TL yerine 10 bin TL’nin üzerinde olması beklenirdi. Bu rakamlar, zaman içinde asgari ücretin satın alma gücünün ve ekonomik değerinin nasıl değiştiğini gözler önüne seriyor.
Son on yılda, Türkiye’nin ekonomik yolculuğu, belirgin bir dönüşüm yaşadı. Ülke, Avrupa’nın en düşük asgari ücretlerinden birine sahip olma durumuna geldi. Bu süreçte, milli gelir içindeki emek payı, sürekli ve düzenli bir şekilde azalma eğilimi gösterdi. Asgari ücret, giderek artan bir hızla hem yaygınlaştı hem de değerini yitirdi. Bu gelişmeler, Türkiye’nin sosyal sermayesinin zayıfladığı ve ekonomik zorlukların derinleştiği bir dönemi işaret ediyor.
Asgari ücretin bu denli yaygınlaşması ve değerini yitirmesi, ülkenin sosyal sermayesinin ne kadar zayıf olduğuna dair başka bir gerçeği de açığa çıkarıyor. Bu durum, emeğin hızla ve kolaylıkla niteliksizleşmesine yol açıyor. Eğitimli, yetenekli ve meslek sahibi bir toplumda böyle bir durumun yaşanması düşünülemezdi. Toplum, demokratik bir çerçevede, emeğinin değerini kararlılıkla savunurdu. Ancak, zayıf sosyal sermaye yapısı, bu savunmanın önüne geçiyor ve emeğin değerini koruma şansını elinden alıyor.
Çünkü eğitim sisteminin kalitesinin yetersizliği, ekonominin durumunu daha da vahim bir hale getiriyor. Resmi rakamlara göre, 25 yaş üstü nüfusun ortalama eğitim süresi sadece 9.2 yıl. Bu süre toplumun geneline eşit olarak dağıtıldığında, hiç kimsenin lise düzeyinde bile eğitim almadığını gösteriyor. Eğitim seviyesinin bu denli düşük olması ve meslek sahibi olmayan bir toplum yapısının hakim olması, işgücünün niteliksizleşmesine sebep oluyor. Netice itibarıyla, haklarını savunma bilincinden aciz, rekabet gücünden yoksun, mesleksiz bir toplum yapısının içerisinde yaşıyoruz.
Toplum olarak asgari ücret cenderesine sıkışmamızın bir sonucu olarak son dönem, siyaseti finanse eden bir kısım patronlar için ‘Altın çağ’ oldu. Ancak bu durum, inşaat işçileri ve madenciler için adeta bir cehenneme dönüştü. İşçi cinayetlerinin artması ve müteahhitlerin yükselişi arasındaki trajik çelişki, temelde ‘Neleri değiştirmeliyiz, en acil sorunlarımız nelerdir’ sorusunu gölgeledi ve çözüme kavuşturamadı. Bu değişen sosyal yapı, iş güvenliğinden yoksun geniş bir çalışan kitlesi olan ‘prekarya’ olarak adlandırdığımız yeni bir sınıfın doğuşuna zemin hazırladı. İşte bu yüzden, günün her saati asgari ücret meselesi üzerine tartışmamız kaçınılmaz hale geldi.
Şimdi, hakikatleri kavrayabilmek adına siyasetin kör labirentlerinde kaybolmak yerine, ekonominin gerçeklerini tartışarak derinlemesine bir anlayışa ulaşmamız gerekiyor.
Söyleşinin tamamını izlemek için link: